"Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır. Benim de Raif efendiyi daha yakından tanımam sadece bir tesadüf eseridir." Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna - Sayfa 11 "Bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. İhtimal, eriştiği mertebeleri gösterebildiğine, yahut da, benim halimi düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz. Hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi." Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna - Sayfa 15 "Aynı zamanda bu resim bana birdenbire Raif efendiyi de izah etmişti. Şimdi onun sarsılmaz sükunetini, insanlar ile münasebetlerindeki garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. Etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşıdakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyacanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmansına imkan var mıydı? Böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? Bütün teessürlerimiz, hayal kırıklıklarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunana ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?" Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna - Sayfa 23
15 Kasım 2009 Pazar
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Kitap - Irvin D. Yalom - Aşkın Celladı
“Şöyle bir düşünün: birbirlerini tanımayan üç dörtyüz kişiye çift çift ayrılmaları ve eşlerine şu tek bir soruyu tekrar tekrar sormaları söyleniyor: ‘Ne istiyorsun?’
Daha basit bir şey olabilir mi? Masum bir soru ve onun yanıtı. Oysa ben, bu grup araştırmasının beklenmedik güçte duygular uyandırdığına defalarca tanık olmuşumdur. Çoğu kez bir kaç dakika içinde oda yoğun bir heyecanla sarsılır. Erkekler ve kadınlar – hem de hiç çaresiz ve yoksul olmayan, başarılı, sağlıklı, iyi giyimli, yürürken ışıltılar saçan insanlar – ta derinlerinde çalkantılar yaşarlar. ‘Seni tekrar görmek istiyorum.’ ‘Sevgini istiyorum.’ ‘Benimle gurur duyduğunu bilmek istiyorum.’ ‘Seni sevdiğimi ve bunu sana hiç söyleyemediğim için ne kadar pişman olduğumu bilmeni istiyorum’...
....
Ne çok istek. Ne çok özlem. Ve ne çok acı, yüzeye ne kadar yakın, yalnızca bir kaç dakika derinde. Yazgı acısı. Varoluş acısı. Hep orada olan, yaşam zarının hemen altında sürekli uğulduyan acı. Ulaşılması böylesine kolay olan acı.
....
Ne zaman ki bu ulaşılmaz istekler tüm yaşamımıza egemen olur, o zaman yardım almak için aileye, dostlara, dine – bazen de psikoterapistlere – yöneliriz.”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 11
“Psikoterapi açısında özellikle önem taşıyan dört değiştirilemez gerçek görüyorum: her birimiz ve sevdiklerimiz için ölümün kaçınılmazlığı; yaşamımızı kendi irademizle biçimlendirme özgürlüğümüz; nihai yalnızlığımız; ve son olarak, yaşamın belirgin bir anlamdan yoksun oluşu. Bu veriler ne kadar acımasız da görünse, aynı zamanda aklın ve kurtuluşun tohumlarını taşırlar. Bu on psikoterapi öyküsünde, varoluşun gerçekleriyle yüzleşmenin ve bu gerçeklerin gücünü kişisel değişim ve büyümenin hizmetinde kullanmanın mümkün olduğunu göstermeyi umuyorum.”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 12
“Aşık olan hastalarla çalışmaktan hoşlanmam. Bu belki kıskançlıktandır; çünkü ben de aşkın büyüsüne kapılmayı çok isterim. Belki de aşk ve psikoterapi temelde uyuşmadığından. İyi bir terapist karanlıkla savaşır ve aydınlanmayı arar, oysa romantik aşk gizemle beslenir ve incelendiğinde ufalanıp dağılır. Aşın celladı olmaktan nefret ederim.”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 23
“Burada bereketli malzeme olduğunu biliyordum. Thelma’nın yaşlanma ve ölüm korkusunun saplantısını körüklediğini kuvvetle hissediyordum. Aşkın içinde yitip gitmek ve onun tarafından yok edilmek istemesinin nedenlerinden biri de ölüm tarafından yok edilmeyle yüzleşmenin dehşetinden kaçıp kurtulmaktı. Nietszche, ‘Ölülerin son ödülü, bir daha ölmemektir,’ demişti.”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 51
“Ama hiç kimseye, bana ölmeden az önce sunduğu armağandan daha büyük bir armağan vermedi; bur armağan, ölüme mahkum hastalar için ‘iddialı’ terapi çabalarının mantıklı ya da uygun olup olmadığı sorusunu sonsuza dek yanıtlayan bir armağandı. Onu hastanede görmeye gittiğimde artık kımıldayamayacak kadar güçsüzdü, ama başını kaldırdı, elimi kavrayıp sıktı ve ‘Teşekkür ederim,’ diye fısıldadı. ‘Hayatımı kurtardığınız için teşekkür ederim.’”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 102
“Artık kendimi Betty’nin yanında tamamen ‘varolmaya’ hasretmiş olarak, onun hiçbir sorusundan kaçınmamaya çalışıyordum. Ona ölümle uzlaşmada kendi çektiğim güçlükleri anlattım; ölüm gerçeği değiştirilmese de insanın ona karşı tavrının büyük ölçüde etkilenebileceğini söyledim. Gerek kişisel, gerekse mesleki deneyimlerin sonucunda, ölüm korkusunun daima yaşamlarının dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazla olduğu inancına varmış bulunuyordum. İşte iyi işleyen bir formül: yaşanmamış yaşam ya da gerçekleştirilmemiş potansiyel ne kadar fazlaysa kişinini ölüm kaygısı da o kadar büyük olur.”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 130
“Bir başka zorlayıcı sınır deneyimi de bizim için önemli birinin – sevilen bir eşin ya da arkadaşın – ölümüdür, bu da bizim kendi yaralanmazlığımıza ilişkin yanılsamamızı darmadağan eder. Çoğu insan için katlanılacak en büyük kayıp bir evladın ölümüdür. O zaman yaşam bütün cephelerden saldırıya geçmiş gibi olur: ana babalar harekete geçme konusundaki yetersizlikleri nedeniyle suçluluk ve korku duyarlar; sağlık personelinin güçsüzlüğüne ve gözle görülür duyarsızlığına öfkelenirler; Tanrının ya da evrenin adaletsizliğine verip veriştirirler (birçoğu adaletsizlik gibi görünenin gerçekte evrensel kayıtsızlık olduğunu er geç anlarlar). Çocuklarını kaybeden anne ve babalar aynı zamanda, kıyaslama yoluyla, kendi ölümleriyle de yüzyüze kalırlar: savunmasız bir çocuğu korumaktan aciz kalmışlardır ve günle gecenin birbirini izleyişi gibi, sıraları geldiğinde kendilerinin de korunmayacağını yolundaki acı gerçeği anlarlar. ‘O halde’ John Donne’nin yazdığı gibi, ‘çanların kimin için çaldığını öğrenmeye çalışma hiç; onlar senin için çalıyor.’”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 161
“Büyük sanatçılar imgeyi doğrudan imayla, mecazla, okurda benzer bir imge uyandırmaya yönelik bir dil ustalıklarıyla aktarmaya çalışırlar. Ama sonunda onlar da yaptıkları iş için kullandıkları araçların yetersizliğini fark ederler. Flaubert’in Madame Bovary’deki yakınmasını dinleyin:
‘Gerçek şu ki ruhun doluluğu bazen dilin mutlak yavanlığı halinde taşabilir, çünkü hiçbirimiz ihtiyaçlarımızın ya da düşüncelerimizin ya da kederlerimizin tam ölçüsünü hiçbir zaman ifade edemeyiz ve insan konuşması, biz yıldızları eritecek bir müzik yapmayı özlerken, ayıların dansetmesi için üzerinde kaba vuruşlarla tempo tuttuğumuz çatlak bir dümbeleğe benzer.’”
Irvin D. Yalom – Aşkın Celladı – Sayfa 206
21 Haziran 2009 Pazar
Kitap - Hosseini - Uçurtma Avcısı
“ ‘Güzel,’ dedi Baba, ama gözleri ikircikliydi artık. ‘Şimdi, mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışında ki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Ne demek istediğimi anlıyor musun?’
.........
.........
‘Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun,’ dedi Baba. ‘Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun?’
.........
.........
‘Yukarıda bir yerde bir Tanrı varsa, umarım benim viski içmem, domuz yememden çok daha önemli meselelerle uğraşıyordur. Hadi, in bakalım. Böyle günahtan konuşup durmak beni yeniden susattı.’”
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 21-22
“Aynı gece, ilk kısa öykümü yazdım. Otuz dakikamı aldı. Sihirli bir kase bulan ve gözyaşlarını bu kasenin içine akıttığı zaman yaşların inci tanelerine dönüştüğünü gören bir adamın hikayesiydi. Ama yoksulluğuna karşın mutlu biri olan bu adam çok ender ağlamaktadır. Bunun üzerine, gözyaşları sayesinde zengin olabilme umuduyla, ağlamak için kendini zorlamaya, her yolu denemeye başlar. İnciler yığıldıkça hırsı bilenir. Öykü, bir inci tepesinin üzerinde elinde bıçak, kucağında da biricik karısının doğranmış bedeniyle oturan adamın, hıçkırarak ağlamasıyla bitiyordu.”
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 37
“Uçurtma yarıştırmak, Afganistan’ın eski bir kış geleneğiydi. Turnuva sabah erkenden başlar, kazanan uçurtma tek başına gökyüzünde süzülünceye kadar da sona ermezdi – bir turnuvanın hava karardıktan sonra çok sonra bittiğini anımsıyorum. İnsanlar kaldırımlarda, damlarda toplaşır, çocuklarına tezahürat yapardı. Sokakları dolduran yarışmacılar var güçleriyle sicimlerine asılır, ipi bir salıp bir çeker, gözlerini kısıp gökyüzünü tarar, hasmının ipini kesmek için fırsat kollardı. Her uçurtma yarışçısının, makarayı tutan ve ipi besleyen bir yardımcısı olurdu – benimki Hasan’dı.
Bir keresinde, ailesi mahalleye yeni taşınmış olan haylaz bir Hintli oğlan bize memleketinde ki uçurtma yarışlarının çok katı kuralları olduğunu söyledi. ‘Bu iş için hazırlanmış bir yerde, rüzgara karşı, doğru bir açıda durmak zorundasın’ diye övündü. ‘Ayrıca, camlı ipi yaparken alüminyum kullanman da yasaktır.’
Hasan’la bakıştık. Sonra da kahkaları koyuverdik. Britanyalıların yüzyılın başında, Rusların da 1980’lerde öğrendiği şeyi, yakında bu Hintli çocuk da öğrenirdi: Afganlar bağımsız insanlardı. Afgan halkı gelenekleri sayar ama kurallardan iğrenir. Aynı şey uçurtma savaşında da geçerliydi. Tek bir kural vardı, o da kuralsızlık. Uçurtmanı uçur. Rakibinin ipini kes. Hadi, şansın açık olsun!”
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 61
“Hoparlörlerden düğün marşı ahesto boro yayıldı; Baba’yla Kabil’den ayrıldığımız gece, Mahipar kontrol noktasındaki Rus askerin söylediği şarkı:
Sabahı kilitleyip anahtarını kuyuya at,
Usulca git, güzelim ayışığım, usulca git,
Sabah güneşine doğmayı unuttur,
Usulca git, güzelim ayışığım, usulca git.
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 203
“Uzaklaşırkenn, yanda ki dikiz aynasından geriye baktım. Vahit üç oğluyla birlikte, kamyonun kaldırdığı toz bulutunun içinde duruyordu. Birden aklıma bir şey geldi: Bir başka dünyada olsaydı, bu çocuklar kamyonun arkasından koşamayacak kadar aç olmazlardı.
O sabah, gündoğumuna yakın, sağı solu kolaçan edip kimsenin bakmadığına emin olunca, yirmi altı yıl önce yaptığım bir şeyi yinelemiştim: Bir şiltenin altına, bir deste buruşuk banknot sokmuştum.”
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 288
“Resmi bulduğum yere soktum. Sonra, bir şey farettim: Az önceki düşünce, eskisi kadar dikenli değildi. Sohrab’ın kapısını çekerken, kendi kendime sodrum: Yoksa bağışlanmak böyle mi tomurcuklanıyordu? Gürültülü patırtılı bir veda töreniyle değil de, eşyalarını sessizce toplayıp bir gece yarısı habersizce sıvışarak mı?”
Khaled Hosseini – Uçurtma Avcısı – Sayfa 425
1 Mayıs 2009 Cuma
Kitap - Dostoyevski - Budala
“Prens son derece yalın konuşuyordu. Fakat bu yalınlık durumun tuhaflığını artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Deneyimli uşak, hizmetkarlar arasında geçebilecek böyle bir konuşmanın bir uşakla konuk arasında hiç uygun düşmeyeceğini anlamakla gecikmemişti. Uşaklar efendilerinin sandığından daha zeki olduklarından, ortada iki şık görünüyordu: Prens, ya yardım dilenmeye gelen ipsiz-sapsız biriydi, yada hiçbir hırsı olmayan bir budala. Çünkü aklı başında, kendini bilen bir prens, holde bir uşağı karşısına alıp böyle işlerden söz etmezdi. Her iki durumda da onun yüzünden kendisine söz gelmeyecekti.”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 31
“Bakın, siz de bunu farkettiniz! diye heyecanla atıldı prens. Herkes aynı şeyi düşünüyor. Zaten giyotin makinası bunun için icat edilmiş. O zamanlar bunun daha kötü bir şey olduğunu sanırdım. Ama insanda biraz hayal gücü varsa şöyle düşünmekten kendini alamıyor: İşkence sırasında çekilen ıstırap, açılan yaralar, insana duyacağı ruhsal ıstırabı unutturuyor. Yani ölünceye kadar yaralarının ağrısıyla kıvranır insan. Ama aslında acıların en büyüğü, en şiddetlisi bu değildir. Asıl acı, bir saat, on dakika, yarım dakika sonra hemen o an ruhunun bedeninden kesinlikle ayrılacağını, insan olmaktan çıkacağını bilmendedir. En önemlisi de bunun muhakkak olacağıdır. Başını altına koyduğun bıçağın kayarak indiğini işittiğin an, işte, saniyenin dörte bir kadar olan bu süredir en korkuncu! Bunları benim uydurduğumu sanmayın, böyle düşünen pek çok kimse vardır. Buna kendim de inandığım için düşüncemi apaçık söylemekten çekinmiyorum. Bana kalırsa, birini öldürdüğü için adam öldürmek suçun kendisinden kat kat ağırdır. Bir karara uyarak adam öldürmek ise haydutça adam kesmekten daha korkunçtur. Geceleyin haydutların eline düşüp öldürülen kimse son ana kadar kurtulacağı umuduyla yaşar. Boğazı kesildiği halde kurtulmak için kaçan ya da yalvaran nice insana rastlanmıştır. Ama bizde ölümü çok daha kolaylaştıran bu son umudu esirgerler insandan; ortada hüküm vardır, bu hükme muhakkak uyulacaktır. İşte en korkunç acı, acıların en büyüğü!.. Savaş alanında bir askeri getirip topun karşısına dikin, ateş ederken bile kurtuluş umudu taşır, fakat aynı askere kesinleşmiş bir hükmü okuyun; ya aklını oynatacak, ya da ağlayacaktır. Buna delirmeden dayanabilecek birinin çıkacağını kim ileri sürebilir? Bundan daha çirkin, yararsız, geresiz bir aşağılama tasarlayabilir misiniz? Öyle bir adam düşünün ki, kendisine ölüm kararı okunduktan ve bir sürü acı çektirildikten sonra, ‘Hadi git bağışlandın’ denerek salıverilmiş olsun. Ondan sonra bu adamın anlatacaklarına kulak verin... Bu korkunç acıyı İsa bile dile getirmiştir. Hayır, insanlara böyle davranılmamalıdır.”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 34
“İki aydır düşlerine girdikçe ona soğuk terler döktüren, aklına geldikçe uykularını kaçıran bir olay yaşanmaktaydı gözlerinin önünde. İşte, babasıyla Nastasya Filipovna bir aile sahnesinde karşı karşıya gelmişlerdi. Ganya kendisini yermek, alaya almak istediği zamanlar evlenme töreninde babasını canlandırdı hayalinde. Fakat bu kahredici görüntüye hiçbir zaman sonuna kadar dayanamaz, hayallerinden çarçabuk ayrılırdı. Onuruna aşırı derece düşkün insanlar hep böyledir zaten.”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 131
“Hükümlüler bir kaç kişi olduğu için, askerlerin ve halkın çevrelediği infaz yerinin yirmi adım ilerisinde üç direk çakılıymış. İlk üç kişinin bu direklerin yanına götürülerek ellerinin bağlandığını, sırtlarına uzun beyaz idam gömleği giydirildiğini, tüfekleri görmesinler diye beyaz kalpaklarının gözlerinin önüne indirildiği anlatırdı adam. Sonra bir direğin karşısına birkaç asker geçmiş. Benim tanıdık sekizinci hükümlü olduğu için direklerin yanına üçüncü seferde gidecekmiş. Papaz elinde bir haçla hepsini birer birer dolaşmış. Önlerinde kala kala beş altı dakikalık ömürleri varmış. Adam bir kaç dakinanın sonu gelmez gibi göründüğünü, her anını değerini bilerek yaşadığını söyledi. O beş dakika bir kaç ömre bedelmiş, son anı düşünmek aklından bile geçmiyormuş. Hatta bu süreyi, yapacağı işlere bölmüş. İlk iki dakikasını arkadaşlarıyla vedalaşmaya ayırmayı, ondan sonraki iki dakikada kendisiyle ilgili şeyleri düşünmeyi tasarlamış. En sonunda doya doya çevresini seyredecekmiş. Son beş dakikasını böyle bölümlere ayırdığını ve her bölümün hakkını verdiğini hep anlatırdı. Yirmi yedi yaşında, güçlü-kuvvetli bir genç olarak ölecekti. Arkadaşlarından ayrılacağı sırada birine laf olsun diye bir soru sormuş, onun vereceği karşılığı ilgiyle beklemiş. Arkadaşlarıyla vedalaşması bitince sıra kendine ayırdığı iki dakikaya gelmiş. Bu sürede neler düşüneceğini önceden kararlaştırmamış. İki dakikada çarcabuk ve açık olarak şu sorunun yanıtını vermek istiyormuş. ‘Şimdi varım, yaşıyorum; ama üç dakika sonra kim olacağım, ne olacağım belli değil. Bir şey olacaksam ne olacağım? Nerede olacağım?’ Yakında bir kilise varmış, yaldızlı kubbesi güneşte ışıl ışıl parlıyormuş. Kubbenin parıltısı hiç aklından çıkmamış. Bu parıltının yeni varlığının kendisi olacağını, üç dakika sonra bu parıltıyla birleşeceğini düşünüyormuş. Tam olarak bilemediği geleceğine karşı büyük bir nefret duyuyor, ondan korkuyormuş. Onu en çok kahreden de bir türlü aklından çıkmayan şu düşünceymiş. ‘Ah, ölmesem ne iyi olur! Hayatımı geriye verseler... Bütün sonsuzluk benim olurdu. Her dakikasını bir yüzyıla çevirir, her anın hesabını yaparak değerlendirir, hiçbirini boşa harcamazdım.’ Adam, ‘Bu düşüncem sonunda büyük bir kine dönüştü ve bir an önce kurşuna dizilmeyi istemeye başladım’ derdi.”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 77-78
“Bakın size bir gerçeği açıklayacağım. Ama yalnız size... Nasıl olsa insanın içinden geçenleri okuyorsunuz. Ben lafla iş, yalanla gerçek yan yana, iç içedir. Gerçekle iş ben de pişmanlık biçiminde görünür, belki inanmazsınız ama doğru söylüyorum. Lafla yalan ise şeytanca (ve her zaman hazır olan) bir düşünce biçiminde bunların her zaman yanındadır. Karşımdakini avlamak, pişmanlık gözyaşlarıyla istediğimi koparmak için yapamayacağım şey yoktur. Vallahi öyle! Bir başkası olsa söylemezdim. Çünkü ya güler geçer ya da yüzüme tükürürdü. Ama siz insanca hüküm vermesini biliyorsunuz, prens.”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 371-372
“- Bunda bilmeyecek ne var, canım? Ha, aklıma geldi; biri sizi düelloya çağırsa ne yapardınız? Demin sormayı unuttum da...
- Nasıl?..Düello mu? Beni kimse düelloya çağırmaz ki!
- Çağırdılar diyelim. Çok korkar mıydınız?
- Evet, korkardım gibime geliyor.
- Ciddi mi? Siz o kadar ödlek misiniz?
Prens bir süre düşündükten sonra gülümsedi.
- Hayır, belki de değil. Ödlek diye korkup kaçana derler. Ama korktuğu halde kaçmayan belki de ödlek değildir.
- Peki siz kaçar mısınız?
- Bilmiyorum, kaçmazdım herhalde...”
Dostoyevski – Budala – Sayfa 424
12 Nisan 2009 Pazar
Kitap - Dostoyevski - Beyaz Geceler
"O günün gecesi, günüzünden de güzel geçti. Şehre çok geç döndüm. Eve yaklaştığım zaman saat on'u çaldı. Yolum, o saatte pek ıssız olan kanal boyundan geçiyordu. Evim şehrin en tenha köşesindedir. Hem yürüyor, hem şarkı söylüyordum. Neşeli olduğum zamanlar, sevincini paylaşacak dostu, ahbabı olmayan kimsesiz her mutlu insan gibi ben de mutlaka birşeyler mırıldanırdım. Tam o sırada başıma hiç beklemediğim bir serüven geldi." Dostoyevski - Beyaz Geceler - Sayfa 11
Gönderen MuratKultur zaman: 01:24
6 Aralık 2008 Cumartesi
Kitap - Cem Şancı - Hayal Silgisi
“Gerçekle Yüzleştirme Dairesi – Hayal Kırma Masası
Hayal kurmayın. Çünkü tüm hayallerinizi kırmak için varız. Hayalleri kırmak için özel eğitimliyiz, deneyimliyiz, uzmanız. Her yerdeyiz, her an iş üzerindeyiz. Durmaksızın, dinlenmeksizin, hayal kurmaya cüret eden kendini bilmezlerin peşindeyiz.
Bilinmezleri keşfedecek bir astronot olmak isteyen çocuğa, bizim ülkemizin uzaya çıkamadığını hatırlatıp ayakları yere basan hedefler seçmesini söyleyen bir ilkokul öğretmenini biz finanse ediyoruz. Veya tatil ve kaçamak planları yaptığınız sırada gelip de önünüze iş yığan yöneticilerinizi biz teşvik ediyoruz. Ya da huzurlu bir ilişki sürüp mutluluğu yakalamak istediğinizde kavgalar çıkarıp krizler yaşatan sevgililerinizi de biz kışkırtıyoruz. İki sevgili bir araya gelmek için umutsuzca planlar yaparken onları ayırıp, başkalarına yar eden ailelerin, geleneklerin, törelerin arkasında da biz varız.
Acil bir buluşmanıza yetişmeye çalıştığınızda önünüzdeki yolun trafik kazasıyla tıkanmasının veya hayalinizdeki evi bulup satın almak, yaşamınızı değiştirmek üzere adım atmışken ekonomik krizler çıkmasının, bütçenize borç üzerine borç eklenmesinin tesadüf olduğunu mu sanıyorsunuz? Her ölçekte hayal kırma kabiliyetine sahibiz.
Gerçekle yüzleşmeyi ve hayaller kurmadan kaderinizi, sizin için çizilen, planlanan hedefleri kabullenmeyi öğrenemediğiniz sürece peşinizdeyiz.
Issız bir sokakta düşüncelere dalmış, ıslık çalıp aval aval yürüdüğünüz sırada hemen arkanızdan ilerleyen bir gölge de olabiliriz, kimsenin bilemeyeceğini sandığınız, duyulmasın endişesi ile kendinizden bile sakladığınız en gizli planlarınızın, en mahrem hayallerinizin kopyalarını dosyalayan bezmiş memurlar da...
Hayal kurmayın, kırarız.”
Cem Şancı – Hayal Silgisi – Arka Kapak
23 Kasım 2008 Pazar
Kitap - Allan Pease - Beden Dili
“Albert Mehrebian bir mesajın toplam etkisinin yaklaşık %7’sinin sözel (sadece sözcükler), %38’inin sesli (ses tonu, sesin yükselip alçalması ve diğer sesler) ve %55’inin de sözel olmayan öğelerden oluştuğunu ortaya koymuştur.
Profesör Bird Whistell de insanlar arasında gerçekleşen sözel olmayan iletişim için bazı benzer tahminlerde bulunmuştur. Onun tahminlerine göre ortalama insanın bir gün içerisindeki sözcüklerle konuşma süresi toplam on ya da onbir dakika civarında olup ortalama bir cümle de yaklaşık 2.5 saniye sürmektedir. Mehrabian gibi o da, yüzyüze konuşmadaki sözel öğenin yüzde 35 den az olduğunu ve iletişimin %65’inden fazlasının sözel olmayan yollarla gerçekleştiğini ortaya koymuştur.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 10
“Bu kadın sezgisi özellikle çocuk yetiştirmiş kadınlarda daha açık şekilde görülebilir. Çocuğun yaşamının ilk birkaç yılında anne onunla iletişim kurabilmek için tamamen sözel olmayan kanalı kullanır. Genellikle kadınların algılama yeteneğinin erkeklerden daha kuvvetli olmasının nedeninin bu olduğuna inanılır.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 12
“Kollarınızı göğsünüzde kavuşturduğunuzda sol kolunuzu sağ kolunuzun üstünden mi geçirirsiniz yoksa bunun tam tersini mi yaparsınız? Çoğu kişi denemeden bu sorunun cevabını veremez. Bazıları bir şekilde rahat ederken başkaları bunu rahatsız bulur. Kanıtlar bu davranışın da değiştirilmesi imkansız davranışlardan olabileceğini göstermektedir.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 12
“Sık sık önemli bir politikacıyı bir kürsünün arkasında kolları göğsünün üzerinde kavuşmuş (savunmada) ve çenesi aşağıda (eleştirel veya saldırgan) olarak dinleyicilerine gençlerin fikirlerine ne kadar açık olduğunu anlatırken görürüz. Kürsüye kısa ve sert karete vuruşları yaparken dinleyicilerini ne kadar sıcak ve incancıl bir yaklaşımı olduğuna ikna etmeye çalışabilir.
Sigmund Freud bir keresinde bir hastasının sözleriyle evliliğinin ne kadar mutlu olduğunu anlatırken fark etmeden alyansını parmağından çıkarıp çıkarıp geri taktığını fark etmiş. Bu bilinçdışı hareketin anlamının farkında olan Freud, hastanın evliliğiyle ilgili sorunları ortaya çıkmaya başladığında hiç şaşırmamış.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 18
“El sıkışma stili ‘ölü balık’ stili olan bir adam zayıf karakterli olmakla suçlanabilir ve el sıkışma teknikleriyle ilgili bölüm bu popüler kuramın nedenini açıklayacaktır. Ancak parmalarında artrit olan birinin kuvvetli bir el sıkışmanın vereceği acıdan kaçınmak için ‘ölü balık’ el sıkışmasını kullanması olasıdır.
Benzer şekilde sanatçılar, müzisyenler, cerrahler ve ellerini hassas kullanmalarını gerektiren mesleklerde çalışanlar genellikle el sıkışmamayı tercih ederler ama mecbur kaldıklarında da ellerini korumak için ‘ölü balık’ el sıkışmasını kullanabilirler.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 20
“ ‘Vücut diliyle yalan söylenebilir mi?’ sıkça sorulan bir sorudur. Bu soruya verilecek yanıt ana hareketler, vücudun mikro işaretleri ve söylenen sözler arasında ortaya çıkacak uyuşma eksiliğinden dolayı ‘hayır’ olacaktır. Örneğin, açık avuçlar dürüstlük gösterir ama karşınızdaki yalan söylerken avuçlarını açıp size gülümsese bile mikro hareketleri onu eleve verir. Gözbebekleri küçülebilir, bir kaşı kalkabilir veya ağzının köşesi seğirebilir ve bu işaretler açık avuç hareketi ve içten gülümsemeyle çelişir. Sonuç olarak karşısındaki söylenene inanmama eğilimi gösterir. ”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 22
“Örneğin, insanlar tamamen açık veya dürüst olmak istediklerinde her iki avuçlarını da karşılarındaki insana açık tutarak ‘Sana karşı tamamen dürüst olacağım’ gibi birşeyler söylerler. Birisi açılmaya veya gerçeği söylemeye başladığında avuçlarının tamamını veya bir kısmını karşısındakine açmaya başlar. Vücut dilinin çoğu öğeleri gibi bu da tamamen bilinçsiz olarak yapılan ve sizde karşıdakinin doğru söylediği hissini uyandıran bir harekettir.
Bir çocuk yalan söylediğinde veya bir şeyi gizlediğinde avuçlarını arkasına saklar. Benzer şekilde arkadaşlarıyla dışarıda bir gece geçirdikten sonra nerede olduğunu söylemek istemeyen bir erkek de nerede olduğunu açıklamaya çalışırken avuçlarını ya ceplerine saklayacak ya da kollarını kavuşturacaktır. Böylece gizlediği avuçlarından karısı doğru söylemediği hissine kapılacaktır.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 40
“El sıkışma mağara adamı döneminin bir kalıntısıdır. Mağara adamları karşılaştıklarında silahları olmadığını veya silah gizlemediklerini göstermek için avuçları açık olarak kolllarını havada tutarlardı. Bu avuçlar havada hareketi geçen yüzyıllar süresince diğer varyasyonun türemesine yol açmıştır. Bu eski selamlama töreninin modern biçimini İngilizce konuşulan çoğu ülkede karşılaşıldığında veya ayrılırken kullanılan ellerin kilitlenerek sallandığı harekettir. Eller normal olarak beş ila yedi kere arasında sallanır.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 43
“Burna dokunma hareketinin kaynağıyla ilgili bir açıklama olumsuz düşünce akla gelince bilinçaltının ele ağzı kapatma talimatını verdiği ama son anda belli etmemek için elin yüzden uzaklaşmaya çalışarak sonuçta çabuk bir burna dokunma hareketine dönüştüğü yolundadır. Başka bir açıklama ise yalan söylemenin burundaki hassas sinir uçlarının kaşınmasına yol açtığı ve sürtme hareketinin de bu hissin önüne geçmek için yapıldığıdır.
‘Peki ya sadece adamın burnu kaşınıyorsa?’ diye sık sık sorulur. İnsanlardaki burun kaşınması genellikle burna dokunma hareketinin hafif dokunuşlarından çok farklı bariz bir sürtme veya kaşıma hareketiyle geçer. Ağzı koruma hareketi gibi hem yalan söyleyen konuşmacı hem de karşıdakinin yalan söylediğini düşünen dinleyici tarafından kullanılabilir.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 68
“Desmond Morris yalan söyleyenlerin hareketleriyle ilgili araştırmaların yalan söylemenin hassas yüz ve boyun dokularında hafif bir kaşınma duygusu uyandırdığını ve bunun geçmesi için kaşınmak veya ovuşturmak ihtiyacı hissedildiğini gösterdiğini söylemiştir. Bu da bazı kişilerin yalan söyleyip de yalanlarının anlaşıldığından şüphelendiklerinde neden yaka çekiştirme hareketini kullandıklarının makul bir açıklaması gibi görünmektedir.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 70
“ Belli ışık durumlarında, kişinin ruh hali ve tavrı olumludan olumsuza veya olumsuzdan olumluya geçerken gözbebekleri küçülür veya büyür. Heyecanlanan birisinin gözbebekleri normal büyüklüklerinin 4 katına çıkabilir. Tam tersine, kızgın ve olumsuz bir ruh hali gözbebeklerinin ‘minik boncuk gözler’ ya da ‘yılan gözleri’ olarak bilinen şekilde küçülmesine yol açar.
Flört sırasında gözler oldukça fazla kullanılır, kadınlar gözlerini vurgulamak için göz makyajı yaparlar. Bir kadın bir erkeği severse ona bakarken gözbebeklerini büyütecek ve erkek de farkında olmadan bu bilgiyi doğru yorumlayacaktır. Bu nedenle romantik buluşmalar gözbebeklerinin büyümesine neden olan loş yerlerde gerçekleşir.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 118
“Karşınızdaki rahat, gerilimden arınmış ve savunma barikatları indirilmişken lehinize ve olumlu bir karar elde etmeniz daha kolaydır. Bu amaca ulaşmak için atalarımızla ilgili söylediklerimizi de akılda tutarak uyulması gereken birkaç kural vardır.
Birincisi, ister evde ister bir restoranda yemek yiyor olun muhatabınızı arkası duvar veya perdeye gelecek şekilde oturtmanız gerekir. Araştırmalar, kişi arkadası açıkta kalacak şekilde oturduğunda, özellikle de etrafta hareket eden başkaları varsa solunum, kalp atışı, beyin dalgası frekanslarının arttığı ve tansiyonunun hızla arttığını göstermiştir. Kişinin sırtı açık bir kapı veya zemin seviyesindeki bir pencereye dönükse gerilim daha da artar. Ardından ışıklar loşlaştırılmalı ve alçak bir arka plan müziği çalınmalıdır.”
Beden Dili – Allan Pease – Sayfa 181
29 Ekim 2008 Çarşamba
Kitap - Carol Gilligan - Psychological...
“İnsanlar oyun bahçesine bakıp erkek çocukların top oynadıklarını, kızların da hiçbir şey yapmadıklarını söylerlerdi. Ama kızlar hiçbir şey yapmıyor değillerdi – onlar konuşuyorlardı. Birbirleriyle dünyayı konuşuyorlardı. Bunda da oğlanların hiç olmadıkları kadar uzmanlaştılar.”
Carol Gilligan – In a different voice: Psychological Theory and Women’s Development
2 Mayıs 2008 Cuma
Kitap - Ilgın Olut - Küfkedisi
“Siz;
Karanlığın içinde kaldığı halde umudunu yitirmeden çabalayanlar.
Yaralıyken bile inceliklerini koruyanlar.
Kırılabilecek kadar yürekli olanlar.
Unutamadıkları için ayrılmış sayılmayanlar.
Bir sevdaya bir yaşamı adayabilenler...
Hikayem sizleredir...”
Ilgın Olut – Küfkedisi – Sayfa 7
“Kolomb, kardinalin verdiği kutlama yemeğinde ‘Aslında bu hiç zor değildi ve herkes başarabilirdi. Hiçbir İspanyol denizcisi açık denizde yolunu şaşırmazdı.’ diyerek keşfini küçümseyen İspanyol beylerine, önündeki yumurtayı masanın üzerinde dik olarak durdurmalarını söyler. Yumurta elden ele dolaşır ve beyler birkaç denemeden sonra bunun yapılmasının imkansız olduğunu söylerler. Kolomb, kendisinin bunu yapacağını ve onların yine ‘Herkes yapabilirdi!’ diyeceğini belirttikten sonra yumurtanın sivri ucunu kırarak masaya yumurtayı diker. Ardından da önemli olanın bir işi yapabileceğini söylemek değil düşünüp gerçekleştirmek olduğunu söyler.”
Ilgın Olut – Küfkedisi – Sayfa 47
“Dostluk ancak iyi ve erdemli insanlar arasında kurulabilir.
Cicero”
Ilgın Olut – Küfkedisi – Sayfa 79
“Bu hayat bir gün bitecek Teoman Bey. Yaşamlarımızın bütün muhteşemliğine rağmen sandığımızdan çok daha kısa bir sürede, bilmem iki bin mi, on bin mi... Yani sayılı günler içerisinde son bulacak. Yalnızca eylemlerimiz, iyisiyle, kötüsüyle, çok daha kötüsüyle bizimle birlikte diğer aleme gelecek. Bana bunu yıllar önce kocaman yürekli bir genç kadın öğretmişti... Her iyilik yaşamdaki son iyiliğiniz olabilir...”
Ilgın Olut – Küfkedisi – Sayfa 218
29 Mart 2008 Cumartesi
Kitap - Üstün Dökmen - Yaşama Yerleşmek
Astrolojiye, enerjilere ve uzaylılara yüzde yüz inanmak bilimsel düşünceye aykırıdır. Bilimde hata payı da vardır. Sözgelişi “Bu 80 cm’dir” denmez. “80 art-eksi ½ santimetredir” denir. Sosyal bilimlerde hata payı en fazla %5’tir; yani bir ölçmenizin sonucu %95 doğru olmalıdır, en çok %5 hata görülebilir. Şimdi bu olayı günlük yaşama, kahve falına taşıyalım. Fallardaki birkaç doğru tahimini falın ispatı sanmak, hata paylarını, olasılık hesaplarını dikkate almamak bilimsel düşünceye aykırıdır.
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 94
Çölde belirli bir noktadan yola çıkan sağak bir kişi, sağ ayağı solundan biraz güçlü olduğu için, gün boyu yürüdüğünde sola doğru bir büyük daire çizer; ve böylece akşama doğru başlangıç noktasına döner. Açık denizde bir adadan kürek çekerek ayrılanlar da yine, farkında olmadan bir daire çizip bir süre sonra aynı adaya dönerler. Yola çıkan solaksa sağa doğru büyük bir daire çizer, başlangıç noktasına geri döner. Son derece sinir bozucu ve hayret uyandırıcı olan bu durumun nedeni, kişilerin çevrelerinde doğru gitmelerine yardımcı olacak referans noktalarının bulunmamasıdır.
Bu durumun anlaşılması üzerine, uyduyla yol bulma cihazlarının bulunmadığı dönemlerde askeri birliklere ve araştırma ekiplerine birer solak konulmaya başlanmıştır. Bir haberci gönderileceği zaman bir solak ve bir sağak birlikte yola çıkarılıyormuş. Bu iki kişi birbirlerini küçük küçük sola ve sağa ittikleri için doğru yolu bulup ileriye gidebiliyorlarmış.
Osmanlı ordusunda solaklardan oluşan bir ok atma bölüğü vardı. Sollarını kullanan bu okçular savaşta padişahın sağına, sağlarını kullanan okçular ise soluna yerleştirilirlerdi. Böylece her iki yönü rahatlıkla hedef almak mümkün olurdu.
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 144-145
Ancak gerçekci olalım; kaynakların sınırlı, güçlerin ise eşit olmadığı bir dünyada önce akıl kalbi yener, sonra kalpleri akıllarına yenilmiş olanlar başkalarını yenmeye başlarlar.
Ahlaklı olanın gücü olmuyor çoğu kez, güçlü olansa ahlaklı olamaya ihtiyaç duymuyor. Hem ahlaklı hem güçlü olmak, ender birşeydir ama erdemdir. Bir şiirimde şöyle demiştim.
Bu Evren’de en büyük erdem,
Hem güçlü olmaktır hem
İyi; kuvvet ve bilgi gerek
Yüceltmek için sevgiyi
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 186
Herhangi bir mağazaya gidersiniz, mesela bir mobilyacıya, tekrar uğramak için kartını istersiniz: Mağaza sahibi, kartını eline alır, arkasını çevirir, arkadaki boşluğa gözünün önünde kocaman bir çarpı işareti koyup kartı size uzatır. Bunun sözle ifade edilmeyen ama davranışla ortaya konulan anlamı şudur: “Sen bir üçkağıtçı olabilirsin, kartımı kötüye kullanıp sana borcum filan olduğunu yazabilirsin, sonra da mahkemeye başvurup başımı ağrıtabilirsin; iyisi mi ben bu kartın arkasına bir çarpı koyayım da ilerde başım derde girmesin.” Güvensizliğe, yozlaşmaya ve bunların getirdiği nezaketsizliğe çarpıcı bir örnek. (Biraz nezaketi olanlar, müşteriden önce kartlarının arkasına toptan çarpı koyuyorlar, böylece müşterinin yanında bunu yapmaları gerekmiyor. Daha da nazik olanlar kartın iki yüzüne birden adlarını yazdırıyorlar; çarpıya gerek kalmıyor.)
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 194-195
Bethowen’in 9. Senfonisi’nde Schiller’in bir şiiri seslendirilir. Bu şiirde Schiller, hayatta en büyük erdemin ‘neşe’ olduğunu belirtir.Gençliğimde bu görüş bana çok tuhaf gelmişti; onca şey varken neşe hayattaki en büyük erdem olamaz diye düşünmüştüm. Şimdi farklı düşünüyorum. Galiba Schiller’in şiiriyle Aptal Hans masalı aynı şeyi anlatıyor: Mutluluk/neşe, bu dünyadaki tek kazançtır bize.
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 203
Şimdi Yiğit Özgür’ün bir karikatürünü seslendireceğim. Kafasında hunisiyle bir deli var. Gözünü yerdeki papatyaya dikmiş, beyaz yapraklara bakarak, “Seviyor, sevmiyor...” diyor. Oysa normalde – normal her neyse – çoğunluğun yaptığı, papatyayı koparıp ele almak ve beyaz yaprakları tek tek kopararak “Seviyor, sevmiyor...” demektir. Bizim deli, - herhalde deli olduğu için, çoğunluktan farklı olduğu için – böyle yapmamış, papatyayı koparmadan gözüyle seviyor-sevmiyor diye sayıyor. Ancak gözüyle saydığı için de sık sık karıştırıyor ve tekrar saymaya başlıyor. Delinin bu inceliği karşısında papatya ona bakarak içinden, “Seni seviyorum,” diyor.
Bu karikatürden çıkarttığım hisse şu: Sizi kimin ne kadar sevdiği önemli değildir, sizin sevilmeye layık bir şeyler yapıp yapmadığınız önemlidir. Deli sevilmeye layıktır.
Üstün Dökmen – Yaşama Yerleşmek – Sayfa 207
12 Mart 2008 Çarşamba
Yazı - Ece Temelkuran - Kara Yatmak
KARA YATMAK
Olur ya: Kar tazedir. Bulut gibi temiz. Kesin bir metre vardır kalınlığı. Yani kaldırıp sırt üstü atsan kendini, tutar; ihanet etmez. Kollarını açıp şöylemesine. Havanın içinden su gibi kaymak isteği. Hiç tutuk davranmadan kafanda düşüş anının tatlı boşluğundan başka bir şey olmayarak. Bütün ağırlığını yere sakınımsız bırakmak artık kocaman bir bedeni olduğunu unutturur insana. Ağırlığın geçer. Ama işte bu şahane fikir gelince akla, insan birden vazgeçiverir. O şahane fikirle haylazlaşan yüzü yeniden büyük bir adam olmaya karar verir. Zira, kesin karın gizlediği sivri bir taş vardır yerde ve sendeki bu şansla tam da sırtının tam ortasına giriverir. Biriyle birlikte olmak da işte, tam da böyle bir meseledir. Her şey iyi herşey güzel olacak değil ya... Sendeki bu şansla hikayenin sonu kesin sırtına giren zalim bir taş ile bitecektir.
Yarım yarım yaşamak;
Bir gün yeniden yarım kalacağı korkusuyla hiç tamamlanamayanlar vardır. Sırtına taş girecek korkusuyla kara yatamayanlardır onlar. Taş var mı diye karı yokladıkları için delik deşik edenlerdir karın karnını. Taş olmadığından emin olduklarında ne kar mucizevi sonsuz bir yataktır ne de kendini bırakıverme isteği kalmıştır elde. Hiç düşmezler böylece, hiç taş girmez sırtlarına. Hiç bir yerleri acımasın diye, etlerinde başka bir etin izi kalmadan devam ederler yollarına. İdare ederler.
Cümleler yaralardandır;
Ne zaman bu kadar kıymetli olduk biz ? Kimselere hiç kimselere teslim edilemeyecek kadar stratejik bir önem kazanmamız ne zaman denk gelir? Bu hayatlar ne zamandan beri “çuvallamaması”, “tökezlememesi” gereken büyük birer proje ?
Ne zamandan beri bir daha asla yaralanmaması gerekecek kadar cılızlaştı içimiz? Oysa geçer hepsi. Bugüne kadar geçmiştir. Ve kurduğumuz cümlelerin hepsi yaralarmızdandır. Yara yoksa bir hayat cümlesi yoktur aslında. Ancak ve sadece “Bir daha mı birine teslim olmak mı ?Asla!” cümleleriyle yakınlaşabilenler değil mi aslında kendini en çok karın serin koynuna bırakmak isteyenler? “Hiçbir şey istemiyorum” diyenler değil midir aslında bu hayatın bu hayattan en temiz, en sonsuz ve en yumuşak kar yatağını bekleyenler? Umduğundan utananlar… Karı yoklaya yoklaya delik deşik edenler.
Yaralarını organları zannedenlerdir onlar. En kıymetli cümleleri yaralarına dair olanlar. Bütün iyilikli şeyleri muhtemel bir taş bulmak için delik deşik edenler.
Negatif ispat ilkesi
Ceza Hukuku’nda, tam da hayattan alınmış bir ilke vardır. Negatif ispat ilkesi. “Bir şeyin yokluğunu ispat edemezsin” der.
İki kişi durmuşsunuz mesela. Önünüzdeki kar sonsuz bir kar yatağı. Elleri cebinde birinin. Orada, tam da sırtının ortasına gelecek yerde bir taşın pusuda beklediğini, boş bulunup atıverse kendini, tarihin en büyük yarasını alcağını sanıyor. Sen de diyorsun ki, “Yoktur”. Berikinin yüzünde bir bakış: “İspat et o zaman! İnandır beni orada bir taşın olmadığına. Bu sefer de yeni bir yara almadan yaşayacağıma.”
Edemezsiniz. Taşın yokluğunu ispat imkansızdır. Ne diyeceksiniz deseniz deseniz? Çünkü bir şeyin ancak varlığını ispat edebilirsiniz…
“Öldürmeyen darbe güçlendirir” bir Türk atasözü değil, bir Nietzche aforizmasıdır. Ve topyekün palavradır. Her darbe yeni bir korku inşa eder insanın içinde. Kendini kara öyle “çocukları gibi şen” gibi bırakmanın ne sulu zırtlak bir enayilik olduğunu belletir. Böylece yaralanmamayı öğrenir insan. Hayattan kendini sakındığı ölçüde, domuz gibi sağlıklı kalır. Ve her söküldüğü anda o en kıymetli, o en büyük yaralarının hikayesini anlatır. Aslında çoktan geçmiş, kapanmış kabuklarını bir daha enayilik yapmaması gerektiğini unutmamak için kendi kendine kaldırır.
Yaşamak hakikaten böyle bir şey midir?
Ağır ağır sağdan sıvışmak, yürümek midir?
Ece Temelkuran (Milliyet 02/06/2001)
2 Mart 2008 Pazar
Kitap - Adam Fawer – Olasılıksız
“Şimdi de düşük-olasılıklı bir olaydan söz edelim: Dünyaya dev bir gök taşı çarpacak ve uygarlık yok olacak. Jeofizikçilere göre, her yıl bunun olma olasılığı milyonda bir.
İnsanoğlunun atalarını da hesaba katarsak, yedimilon yılı aşkın süredir bu gezegende varlığımızı sürdürdüğümüze göre, bir gök taşının bugüne kadar bizi yok etmiş olma olasılığı yüzde yediyüz. Yani anlayacağınız, bir kere değil, yedi kere ölmüş olmalıydık şimdiye. Ama, çoğunuzun bildiği gibi, insanoğlunun yazılı tarihinden bu yana yok olmadık. Ne demeye çalışıyorum sizce? Bir gök taşı bizi yok edecek demeye çalışmıyorum. Düşük olasılıklı olaylar hakkında bir yorumda bulunmaya çalışıyorum, kıssadan hisse şudur: Her an her şey olabilir!”
Adam Fawer – Olasılıksız – Sayfa 5
“Neyse, gerçek hayattan bir şeyle örnekleyelim: Piyango. Bu haftaki piyangoda ne kadar para birikmiş? Bilen var mı bu hafta Powerball ne kadar veriyor?
10 milyon dolar dedi arka sıralardaki atletik yapılı bir öğrenci. Peki, vergi diye bir şeyin olmadığı hayali bir ülkede yaşadığımızı varsayalım. Şunu da biliyoruz ki Powerball’u kazanma olasılığı 120 milyonda 1. Çünkü sayısal kombinasyonların toplamı bu. Bir loto bileti alarak ne kazanmayı beklediğimi hesaplamak için yapacağım işlem kısaca şöyle oluyor: Kazanma olasılığını kazanacağım miktar ile çarpacağım, sonrada buna kaybetme olasılığımı sıfırla çarpıp ekleyeceğim; sıfırla çarpmamın nedeni de kaybedersek bir şey kazanmayacak olmamız.
Beklenen değer: (piyango bileti) = kazanma olasılığı * Toplam para + kaybetme olasılığı * 0
Beklenen değer = (1/120.000.000)* 10.000.000 + (1/119.999.999) * 0
Beklenen değer = (0.083) + 0
Beklenen değer = 0.083 $
Yani bu hafta bir powerball bileti alsanız ancak 8.3 kazanmayı bekleyebilirsiniz. Ama bilet 1 dolar ve görüldüğü gibi aslen değeri 8.3 cent. Olasılık kuramına göre piyango bileti almak o zaman mantıklı değil, çünkü ödenen bedel beklenen değerden daha düşük. Yani siz 1 dolar ödeyip de 10 milyon dolar kazanam şansınız olduğunu düşünerek buna değeceğini düşünseniz de, bu doğru değil; çünkü aslında biletin değeri 10 sent bile değil. O zaman ne zaman piyango bileti almak mantıklı olurdu. Herhalde toplam ikramiye 120 milyonu geçtiğinde.”
Adam Fawer – Olasılıksız – Sayfa 50
“Peki ama bunun Pascal’ın hayatını dine adaması ile ne ilgisi var? diye sordu yine Michael. Pascal beklenen değer teorisini kullanarak hayatını dine adaması gerektiğini kanıtladı. Her matematikçi gibi o da, bu soruyu bir formüle indirgedi.
Hangisi daha büyüktür?
a) Beklenen değer (hedonizm – yani fiziksel yaşamdan zevk alma)
ya da
b) Beklenen değer (dini hayat)
Varsayım...
a) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (hedonizmden alınacak zevk) + Olasılık (ölümden sonra hayat var) * (sonsuza dek lanetlenmek)
b) Olasılık (ölümden sonra hayat yok) * (dinden alınacak zevk) + Olasılık (ölümden sonra hayat var) * (sonsuz mutluluk)
Pascal’ın mantığı çok basitti. Eğer a) b) den büyükse o zaman hedonizme devam edecekti ama eğer a) b) den küçükse o zaman dindar olmalıydı.
Ama değişkenlerin değerlerini bilmeden bu denklemi nasıl çözdü? diye sordu Michael. Bir kaç varsayımda bulundu, örneğin sonsuz mutluluğun değeri pozitif sonsuzdu ve sonsuza dek lanetlenmenin değeri negatif sonsuzdu.
Anladınız mı? Ölümden sonra insanın ruhunun yaşamasının veya her hangi bir şekilde bir hayat olmasının olasılığı ne kadar az olursa olsun, Pascal’ın dine bağlı bir hayat yaşamasından beklediği getiri, yine de dünyevi zevklerle hedonistik bir yaşam sürüp de sonsuza dek lanetlenmeyi göze alacağı bir durumun getirisinden daha büyüktür.”
Adam Fawer – Olasılıksız – Sayfa 52